Doğru düzgün sırayla okumak için bölümler

1 2 3 4 5 5,5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18

Tuesday, July 14, 2009

WW - chapter IX

THE BATTLE OF ZION

Morphy kale dışına açılan avluda öylece oturuyordu. Etrafını gözlüyordu, koşuşturan insanları, gözlerindeki korkuyu.. Savaş hazırlıkları hızla sürüyordu, komutan eli silah tutan her erkeğin alınmasını emretmişti. Küçük çocuklar, miğferi kafasına büyük geldiği için yüzü görünmeyeninden, "Düşman geldi mi?" diye ortalıkta koşturanına kadar. Yaşlılar, gençler, whatever...

Trinity çıktı içeriden, hızlı adımlarla avluya girdi. Etrafına bakındı, hali direk "pissed off"tu. Öfkeli gözleri Morphy'e döndü, "Şunlara bak" dedi, "Gözlerinde korkuyu görebiliyorsun".
Bunu diyerek Trinity, bir anda kalabalığın dikkatini çekmiş oldu. Morphy ayağa kalktı. Trinity'nin bahsettiği korkuyu o da görüyordu elbette, ama avlu baya kalabalıktı ve çıkacak olası bir kavgada Trinity'nin yanında olması pek mantıklı olmazdı.
"Ülkelerini koruyorlar" dedi Morphy, "Bu yeterli değil mi?"
"Üçyüze karşı onbin, Morpheus" dedi Trinity, "Bu savaşı kazanamazlar. Hepsi ölecek"
"O zaman ben de onlarla ölürüm!" diye çıkıştı Morphy. İçindense Weo'nun bir yolunu bulup onları kurtarması için dua ediyordu. Trinity sessizce dönüp uzaklaşırken o da çıktı avludan, kale kapısının önüne geldi. Etrafına baktı şöyle, işler kötü giderse kaçabileceği bir yol düşünmeye çalıştı. Arkadaki mağaralar, hmm, görülürdü kesin, kaledeki motorsikletler, hmm, hızla ön kapıdan düşmanı yararak çıkabilirmiydi ki? O motorlar kaç beygirdi acaba?
Bir çocuk gözüne ilişti. Kendi kadar bir kılıçla öylece duruyordu ayakta, bakınıyordu etrafına. İlgisini çekti. "Ver la şu kılıcı" dedi.
Çocuk kılıcı verirken masumane "Söylediklerine göre hiç umut yokmuş" dedi, "Ölecekmişiz. Bi de dediklerine göre "işimiz iş" miş".
"Lan Weo.." diye içinden geçirdi Morphy. Kılıcı 3 5 sallarken "Evet" dedi, "Eeea, öleceğiz gibi evet." Tarttı kılıcı şöyle bir, "That's good sword" dedi. Kavradı çocuğu, "There's always hope" dedi.

Şak, şuk, vjjt, jujt, arkada yüreklendirici müzik, Morphy zırhıyla silahlarını kuşandı. Tam eli silah deposuna giderken Trinity'i farketti, yanında. Elinde keleşi, hazırdı Trinity. "Hangisini istersin patron?" dedi gülümseyerek. "Sana M4A1 Carbine önerebilir miyim?"
"Ee, heh," diyebildi Morphy, Trinity'nin dönüşüne sevinmişti, en azından yalnız kalmayacaktı "Ben şu büyük demir makasını alacağım galiba" dedi.
Trinity koca bir makası aldı deponun arkasından, tartarak "İyi, ağırmış" diyerek verdi Morphy'ye "Yeni bir fantazi ha Morphy?"
"Ağırlığa güveneceğim" dedi Morphy, "Seninki de iyiymiş, keleş, hadi bakalım". Durdu bir an, wait a minute, döndü Trinity'e, "Bir saniye, sen şimdi", duraksadı, "Ne oldu da fikrin değişti bize döndün birden" dedi.
"Heh" dedi Trinity ve Morphy hepsinin nasıl da yavaşça Weo'ya benzediklerini farketti. Düşündü, Weo'nun üzerinde olan etkisi iyi miydi, kötü müydü karar veremedi; sonuçta, Weo iyi adamdı, ama deli ve manyaktı.
Trinity konuşunca sıyrılıverdi bu düşüncelerden "İç kalede eski depolarda sağlam motorsikletler var, ikimiz için de ayarladım sayılır. Dağdan giden şu eski yola da baktım hafiften, müsait gözüküyor. İşler yolunda gitmezse.."
"Adamımsın" dedi Morphy.

Gece olmuştu. Uzakta görünen ışıklar, ingiliz ordusu. Marşlarının gümbürtüsü duyuluyordu derinden. Morphy Trinity'le duruyordu, kalenin yanındaki uzun duvarda, diğer askerlerle. Elinde demir makası, hazır bekliyordu. Trinity şarjörlerini kontrol etti, duruşu da rambomsu idi. Şimşekler çaktı, yağmur hafiften başladı, gittikçe hızlandı. Damlaların zırhlara çarpmasıyla güzel tınlamalar çıktı.

İngiliz ordusu kaleye iyice yaklaşmıştı şimdi, ağır zırhları, mızrakları belli oluyordu. Ordunun içinden arızalı bir tanesi bir kayaya çıktı, böğürerek onlara marş emrini verdi. Ne yaratıklar ama..

Kayanın üstündeki arıza farklı bir tonda böğürünce ingilizler durdu. Bir süre ortalıkta sadece yağmurun sesi duyuldu. Arıza bir daha böğürdü, ingilizler mızraklarını yere vurmaya başladılar, güm, güm, güm. Bayram gibiydiler.

Zion tarafında yaylar gerildi, silahlar doğrultuldu. Morphy "Bekle!" diye bağırdı. Aslında ortamda bir havası yoktu, ama demir makası ona otorite kazandırmıştı adeta, insanlar sözünü dinliyordu.

Kale tarafından müthiş bir gürültü geldi. Tüm gözler elinde AWP'si (bkz. 4-6) olan adama döndü. İngiliz ordusunun ön safından bir adam yere yıkıldı. Düşman askerleri bağırmaya, "Artık dalalım" tarzında sesler çıkarmaya başladılar.

Arıza kılıcını ileri doğrultarak böğürdü. İngilizler Zion'a doğru koşmaya başladılar. Kalenin tepesinde muhafızlarıyla duran Locke kaliteli bir tonda "So it begins.." dedi. Morphy de "Hazır!" diye bağırdı. İngilizler geliyordu. "Ateş!" diye bağırdı Morphy ve düşman ordusuna ok, mermi etc. yağdı. Trinity de keleşiyle dikkatli atışlar yapmaktaydı. Kale tarafında Locke da emir verdi, tek gözlü bir adam "Ateş!" diye bağırdı ve düşman ordusuna yine ok, mermi etc. yağdı. Patır patır düşüyordu ingilizler, ama kale dibine ulaştılar. Bunu izleyen saniyelerde sayısız merdiven dayandı duvara. İngilizler hızla tırmanmaya başladılar. Morphy "Kılıçlar!" diye bağırdı. Askerler melee combat moduna geçtiler. Morphy de demir makasını kavradı, ve önündeki merdivenden gelen ilk ingilize geçirdi. Bahtsız ingiliz uçtu ve yandaki merdivene çarptı. Merdiven sallandı, üstündekilerle beraber yıkıldı, bu sırada iki başka merdivene daha çarptı, onlar da devrildi, düşen askerler aşağıdaki askerleri ezdiler, onların mızraklarına saplandılar, onların ezilmesine sebep oldular, kendileri ezildiler, vesaire.

Morphy döndü, yandaki sağlam bir ingilizi farketti: Adam sura girmiş unleash hell yapıyordu adeta. Morphy hemen fırladı, yerden kayarak adamın altına girdi. Herif ne olduğunu anlamadan makası geçirdi gövdesine.
"Hah" diye kalktı ayağa, "Şimdiden 2 oldu!"
"Ben 17'deyim" dedi Trinity. Tarıyordu sağa sola, "19!"
Morphy makasına baktı, "Ben seni biliyorum adamım, asla otomatik bir uzun namluludan geri değilsin" dedi ve atladı düşman arasına.

İngilizler surdaki defansı aşamamışlardı ama şimdiden baya harcanmışlardı. Zion savunması işini yapıyor gibiydi. Locke baktı savaşa, "Bütün yapabildiğin bu mu, Smith?" dedi "Hah! Gelin beyler aşağı inelim. Kahve isteyen?"
O anda duvardaki su yolunun dibine koca "şeyler" yerleştirildi. Morphy gördü bunu; ingilizler "şeyler"i yerleştirip kenara çekildiler. Aralarından biri elinde meşale koşmaya başladı. Bir şeylerin havaya uçacağı kesindi. "Trinity!" diye bağırdı, "İndir şunu"
Trinity nişan aldı, ve ateş etti. Yaratık vuruldu ama devam etti koşmaya, duvar dibine metreler kalmıştı..
"Öldür onu, vur!" diye delirdi Morphy. Trinity tetiğe asıldı, takır takır takır ingiliz mermileri yedi, ama son enerjisini o minik, Zion'un zayıf noktası olan yere atlamak için kullandı, ve meşaleyle beraber, içeri girdi.

Meşalenin oraya girmesiyle beraber ne olduğu hakkında kimsenin bir fikri yok(tu); çünkü sur üstündeki herkes aniden şoka girdi, kale tarafındakiler de o sırada kahveye inmişlerdi. Tabi müthiş gürültüyle geri döndüler, ve duvarda açılan koca yarığı görerek bir patlama olduğunu anladılar. İngiliz kaynaklarının Zion'dan hiç bahsetmediği düşünülecek olursa, denebilir ki aslında kimse o anı tam manasıyla bilmez. Ne gizem ama...

Morphy zorlukla doğruldu. Üstü başı toz toprak rezil rüsva olmuştu. Makası gitmişti. Etrafına bakındı. Heryer de toz toprak... olmuştu. Neredeydi ki? Az önce surda parti yapıyordu ve şimdi, hmm, çevresi berraklaştı biraz, yerdeydi. Duvarın yıkıntıları dört bir yana dağılmıştı. Etraf ceset ve yaralılarla doluydu. İngilizler geliyordu.
Höh, ingilizler cidden geliyordu. Yarıktan içeri girmişlerdi, ve sürüyle ingiliz oracıkta yalnız başına duran Morphy'e sadece birkaç metre mesafedeydi. Şimdi makası olacaktı orada var ya...
"Morpheus!" diye bağırdı Trinity duvarın üstünden. Atladı ve ingilizlerin üstüne çullandı. Keleşiyle dipçik darbeleri savurdu, ama onca düşmanı karşılayamadı ve yere düştü. Morphy dehşet içinde kalmıştı, "Trinity..." diyebildi.
O sırada arkasındaki zionluları farketti. "Ateş!" dedi ve ingilizlere ok, mermi etc. yağdı. Morphy fırladı, yerde bir kılıç bularak düşmanın arasına daldı, Trinity'i oradan çekip kurtardı.
"Kaleye, kaleye!" çağrılarıyla Zion'a girdiler. Bu sırada ingilizler ön kapıya da dayanmışlardı, koçbaşla kapıyı zorluyorlardı. Kırdılar da. Kayıplar vermeye devam ederek, güç bela iç kaleye sığındı Zionlular.

"This is it" di durum. Son sağlam kapı da vuruluyordu güm, güm. Locke, Morphy, Trinity, öylece duruyorlardı. Güm, güm. Kadın, çoluk, çocuk, yaşlı, hemen arkadaki sığınaktaydılar. Bu darbeden sonra da sıra onlara gelecekti. Ve yapacak bir şey yoktu.
Trinity Morphy'e yaklaştı, "Biz yavaştan bi depoya insek hemen Morpheus, anlarsın ya" dedi. Locke hemen döndü, "Hop! O motorlar benim ona göre" dedi. "Hadi oradan ayarladım ben!" dedi Trinity, "Sen komutanısın buranın, otur oturduğun yerde."
Morphy bu ikisinin tartışmasından sıyrıldı, .."Hayır, madem öyle siz de bir yere gitmiyorsunuz, burada ölün", pencereye gözü ilişti, ..."biz buraya zaten fazladan geldik, işimiz gücümüz var dışarıda.." günün ilk ışıklarını gördü, ..."Bura bittikten sonra ne işin kalır bir kere!"...
"Güneş doğuyor.." dedi ağır bir tonda. Locke ve Trinity durdular ve Morphy'e döndüler. Morphy güneşin doğuşunu izlemeyi sürdürdü, aklına Weo geldi, "Weo.." diye fısıldadı.
Locke'a döndü. "Bir şey yapmalıyız!" dedi. Birden ateşlenmişti. Komutanın muhafızını yakaladı, "Çabuk" dedi, "Kadın ve çocukları çıkartalım buradan, hadi!" Locke'a baktı, "Mağaralardan yol var değil mi? Hemen oraya götürelim, hadi ne duruyorsunuz"
Locke umutsuz bir sesle konuştu, "Böyle bir nefrete karşı ne yapılabilir ki.." dedi. Morphy durdu, yaklaştı, bir an sessizlik oldu, ve Morphy "Ride out with me" dedi.
"Ride out and meet them".
Locke geriledi, "Eeaa...hmm.. Pek de iyi bir fikir... eea değil.. ben şu depoya doğru bi... şey"
Morphy tuttu onu "Hadi, bırak saçmalama" dedi "Çıkar şu damn motorları!"
"Tamam lan tamam!" dedi Locke "Tamam lanet olsun.."

Ve kapı iyice hasar görmüş, tek darbelik işi kalmışken, karşısında motorsikletlerde Zion askerleri hazırdı. Locke tekerlekleri patinajle ısıtıyor, "Zion borusu son bir kez çalsın!" diyordu. Morphy yeni bir demir makası almış, bir elinde makas, bir elinde direksiyon, bağırtıyordu zangırtısını..

Ve Zion borusu öttü. Uzunca, kalenin her bir taşını titreterek. Kapı kırıldı, ingilizler içeri attılar kendilerini. Locke "Zionlular, ileri!" diye haykırdı. Motorlar düşmanın üzerine sürüldü.
Düşmanı yararak ilerlediler, ezerek, vurarak.. Morphy makasını savurarak beş-on adam götürüyordu bir seferde. Trinity motorunun üstünde ayağa kalkmış, keleşiyle tarıyordu. Avluya hızla çıktılar, gündoğumunu karşıladı motorlar (kafiyeye dikkat), ön kapıdan geçerek o dar köprüde ilerlediler. İngilizler etrafa savruluyorlardı, motorlar hızlarını alarak dışarıdaki kalabalığın içine daldılar.
Ölümüne saldırıyorlardı. To the death durumu meydandaydı. Makasını sağa sola sallarken Morphy birden onu farketti.
Güneşin doğduğu tarafta, tepenin üstünde Weo duruyordu. "Weo..." diye fısıldadı Morphy, dehşet içinde.
Weo "Zion'un kumandanı stands alone" dedi. Yanında Sparta kralı Leonidas belirdi. Adam sağlamdı. "Not alone" dedi. Arkasında 300 crimson kıyafetiyle spartalı belirdi. Mızrakları ve kalkanlarıyla. Weo ışın kılıcını çıkartıp çalıştırdı. Eflatun uzun bir ışın fırladı.
"Spartans! Push!" diye bağırdı Leonidas ve 300 + Weo tepeden aşağı ingilizlere doğru koşmaya başladı. İngilizler bir savunma hattı kurmaya çalıştılar ama passive açıdan ezilip geçildiler.
Katliam dönüyordu şimdi ortada. 300+Weo ingilizleri kesip biçiyordu. Leonidas "No prisoners!" diye böğürdü. 300 uluyarak"Auuuu!" karşılık verdi.
"No mercy!" diye böğürdü Weo. 300 uluyarak karşılık verdi. Weo da havaya girmişti.
Zafer kazanılmıştı. İngilizler arkalarına bakmadan kaçarken 300+Weo ve Zionlular buluştu. İngilizlerin arkasından bakarlarken (ki onlar arkalarına bakmıyorlardı) Morphy'nin ağzından şunlar döküldü "Zion muharebesi bitti. Britanya muharebesi başlamak üzere.."
Locke Leonidas'la el sıkışırken "Spartalılar Zion'un en önemli konuklarıdır" dedi, "Kalemize buyrun, size konukseverliğimizi gösterelim."
"Ve siz.." diye döndü üçlüye, "Biraz dinlenmeyi hakettik hepimiz, öyle değil mi? Come on.."
Kaleye doğru gittiler. Weo geride kaldı, "Siz gidin geliyorum ben" dedi. Döndü, savaş alanına baktı. Cesetler, silahlar, zırhlar. Bir ölünün hiç zarar görmemiş kalkanına ilişti gözü. O kalkanın yapımı için ne emek harcanmıştı belki, şimdi geride bırakılmıştı, harcanmıştı, hiç işe yaramadan. Büyük zarar çıkardı hesap yapılsa, hmm, işe yarayacak eşyalar toplansa, bu ölüler yağma edilse, iyi eşya kurtarılırdı baya. Hmm..
"İyi savaş" dedi bir ses ve Weo dönmesiyle ikizleri karşısında buldu. Duruyorlardı işte karşısında. Geriye çekildi hızla, eli lazer kılıcına gitti.
"Sakin ol adamım" dedi teki, "Biz düşmanın değiliz".
"Höh" dedi Weo.
"Fransızın yanında casus olarak duruyorduk" dedi öteki "Aslında senin yanındayız"
"Restoranda sen olay çıkartınca," dedi teki "Biz orada seni korumaya çalıştık ama sen hızla geçip gittin."
"Öea" dedi Weo, "Size güvenmem için herhangi bir sebep yok biliyorsunuz değil mi?"
Teki jiletini çıkartıp gösterdi, üstü kanlıydı "Bak, Weo, ingiliz kanı. İngiliz kanını tanırsın değil mi? Bu samimi olduğumuza yetmez mi?"
"Hmm" dedi Weo. Aslında restoranda da ikizleri kendine yakın hissetmişti, şimdi de içinden bir güven duyuyordu, istemeden gelen bir güvendi.
"Şey, pekala" dedi, "Öyle diyorsanız, tabiki dostumsunuzdur. Gelin o zaman, Zion'a, eğlenceye katılın siz de haydi"
"Yok, sağol" dedi öteki "Dediğimiz gibi casusuz biz. Sana yardımımız her zaman olacaktır, ama diğer insanların bizi görmesi pek hoş olmaz. Seninle olduğumuzun Fransızın kulağına gitmesini istemeyiz değil mi?"
"Pekala" dedi Weo. "Fransızın yanında ne yapıyorsunuz ki?"
"Senin de tahmin ettiğin gibi.." dedi teki, "Fransızla Smith'in birleşmesine engel oluyoruz. Morpheus'un da en çok önem verdiği şeylerden biri bu, değil mi?"
"Morph.." kaldı Weo. İkizler Morphy i de biliyorlardı demek. "Eea.. evet" diye mırıldandı. Adamlar belki de kendisinden daha çok bu işin içindeydi.
"O zaman ben gideyim artık.. eea görüşürüz" dedi kibarca. Döndü, yürümeye başladı "Görüşeceğiz" dedi öteki ve Weo dönüp bakarken adeta buharlaşarak uçup gittiler. Bir çeşit form değiştirme yetenekleri olduğunu düşündü Weo, bu adamların Matrix'ten anladıkları kesindi, gözlükler de Smith'i hatırlatan bir şeydi. Smith mi hmm, bu devirde böyle bir şeyden mutlaka şüphe etmesi gerekirdi, biliyordu, ama bu adamlara karşı nedense bir güven duymuştu işte. Kendisine yakındılar, uçup gitmeleri, böyle yetenekli olmaları, onun gibiydiler ikizler de. Kendisine yakın hissetmişti. İlginç, hmm, höh.

WW - chapter VIII

A STORM IS STILL COMING

"Açın kapıları!" diye seslendi kumandan ve Zion'un dev kapıları gürültüyle sarsıldı. Kapaklar demir menteşeler etrafında yavaşça dönerken üç atlı girdi içeri. İç kalede Zion'un komutanı Locke karşıladı gelenleri.

"İşiniz iş" dedi Weo.
Morphy ona sert bir bakış attı. "Efendim" dedi, "Smith Zion'a saldıracak. Tehlikedeyiz."
"Aslında" diye araya girdi Weo, "Ordusu yola çıktı bile. En az on bin ingiliz askeri." Morphy'nin delici bakışlarını sallamayarak sırıttı, "Yani işiniz iş."
Morphy onu kenara itti, "Hemen savunmayı hazırlamalıyız. Duvarlar bizi korumaya yetmeyecek."
Locke döndü, "Ne yapabiliriz ki?" dedi, "Savaşabilecek üçyüz küsur adamım var o kadar. Onbinden bahsediyoruz.". Yürüdü, gözleri kalenin, insanların üstünde gezindi, "Eğer sonumuz bu olacaksa, en azından..."
Weo güldü. Bu baya sesli olmuştu. Tüm bakışlar ona döndü. Ama o yine sallamadı "Üçyüze onbin..hmm...hömm.....hepiniz öleceksiniz, heh"
"Peki efendi!" diye çıkıştı Locke, "Bu konuda ne önerirsin o zaman!"
"Yardım çağıralım!" diye (karşılık) çıkıştı Weo. Birden ciddileşmişti, garip bir şekilde. Gözleri alevlenmişti.
"Kim gelir dersin peki?"
"Fransızları çağıralım. Smith'e karşı cevap vereceklerdir. Londra'da bir adam duymuştum, Merovingi gibi bir şey.."
"Höh, Fransız." dedi Morpheus, "Umut bağlanacak son adam odur herhalde"
"Şansımızı denemeliyiz" dedi Weo, "Ben hemen giderim"
"Yalnız gitme" dedi Morphy "Seninle geleyim"
"Hayır" dedi Weo, "Siz burada kalın ve Zion'u koruyun. Çevre toprak sahiplerine haber verin. Silah tutan her adama ihtiyacımız var!"

Uçtu ve gitti. Herkes şaşkındı. Locke Morphy'e yaklaştı, "William'dı değil mi?" dedi, "Adamın bu garip hallerinden hiç bahsetmemiştin Morpheus?"
Morpheus kulağına eğildi, "Vaktinde işkence görmüştü de.."
"Soba?"
Morpheus başıyla onayladı.
"Balkon?"
"Hepsi, hepsi" dedi Morphy, "Locke, vakit yok. Savaşa hazırlanalım."
"Tabi ki" dedi Locke, "Hazırlanalım. Gelsin bakalım şu ingilizler!"

-Merovingian'ın restoranı, Londra-

Weo uzun masanın bir tarafında yalnız oturuyordu. Karşısında Fransız, karısı, bazı adamlar ve güneş gözlükleriyle, beyaz saç, ten ve kıyafetleriyle ikizler vardı. Hepsi de bakışlarını Weo'nun üstün dikmişlerdi. Weo da ağzında kürdan çeviriyordu. "Bak Fransız" dedi, "İngiliz ordusu, iyi bir fırsat, hem senin hem de bizim için."
"Hayır." dedi Fransız. Weo "Come on, adamım" dedi, "Krallığın çöküşünü görmek istemez misin, ha?. Sonuçta, bana Londra'da yemek yapmak için durduğunu söyleme şimdi, hadi ordan."
"Krallğın çöküşüymüş," dedi Fransız, "Bak, William. Bir iskoç bana ne önerecek, İngilizlerle savaşmam karşılığında? Ne kazanacağım? Sonuçta, kralla aramda sorun yok, ve işlerimi de yürütüyorum."
"Lafımı taklit ettin" dedi Weo.
"Etki-tepki.." dedi Fransız.
"Bak Fransız, kazancının ne olacağını söyleyeyim." dedi Weo, "İstersen İngiltere kralı bile olabilirsin. Sonuçta, benim İngilterede gözüm yok. Ben İskoçya için savaşıyorum. Zimiti yenersek her şey bizim olur."
"Bak, İskoç." dedi Fransız, "Smith'i yenmekten çok kolay bir şeymiş gibi bahsediyorsun. Sonuçta, onlar ingiliz ordusu ve sizler bir grup iskoçsunuz, başka bir şey değil."
"Bak, Fransız. Yine taklit ettin lafımı, sonuçta canımı sıktın." dedi Weo.
"Bak, İskoç. Çünkü benim canım sıkıldı. Sonuçta hayaller dinlemekten hoşlanmam."
"Höh" dedi Weo kürdanı atarak. "Hey, bari şu ikisini ver" İkizler kaşlarını çatarak homurdandı.
"Defol git" dedi Fransız ve ayağa kalktı "Vakit harcadık burda. Korumalar, çıkışı gösterin şu iskoç bozuntusuna."
"Höö" dedi Weo, sigorta atmıştı. "İşte orda yanlış yaptın." Yerinden fırladı ve Fransızın üstüne atladı. Adamı tutup gelen korumaların üstüne fırlattı. "Ben Weo'yum, fransız bozuntusu, haha!" dedi ve ışın kılıcını (çalıştırıp) çekti. Mavi bir ışın kavisli bir şekilde fırladı (bkz. scimitar).

Fransız panikle ayağa kalktı, "Deli bu herif!" diye bağırdı, "Öldürün, naparsanız yapın kurtulun şundan."Koşarak ilerideki bir kapıdan içeri girdi.
"Bir yere gitmiyorsun!" dedi Weo ve üstüne gelen adamları hızla savurarak kapıya koştu. İkizler de peşine düşmüştü ama Weo onları sallamadı. Kapıdan girdi ve Fransızı gördü. Başka bir kapının başındaydı. Weo uçarcasına ona doğru koştu. Fransız ise sakin bir şekilde kapıda bekliyordu. Tam Weo ulaştığı sırada kapıyı suratına kapattı. Weo kapıdan içeri rüzgar gibi girdi.
Ve...

Bambaşka bir yerdeydi. Kumluk ve kayalıktan ibaret bir mekandı burası. Az ileride deniz kıyısı uzanıyordu. Ayrıca ortamın atmosferi bir şekilde sarımsıydı.

Bir hareket hissetti ve hızla döndü. Karşısında mızraklı bir adam vardı. Kırmızı pelerinli, yarı çıplak adam mızrağı Weo'ya doğru tutuyordu, tehditkar bir şekilde.
"O çubuğu düzgün tutsan iyi olur koçum" dedi Weo, "Senin açından tabi, heh".
Ama adam mızrağı doğrultmaya devam etti, hatta duruşu daha saldırgan bir hale gelmişti. Weo sinirlendi.
Ani bir hamleyle mızrağın ucunu yakaladı ve karşısındakini yukarı kaldırdı. Havada asılı kalan adam şaşkınlıkla bir etrafına baktı, ama korkmuş değildi "Beni öldürürsün 300ümüz gelir!" dedi. Weo "höö.." dedi ve bu sırada bir şey farketti. Adamın göğüs kasları, baklavalar.... Adam sağlamdı. Bunlar işe yarayabilirlerdi. Tabi Weo'nun nerede olduğuna dair fikri yoktu. Adamı yere indirirken "Ben düşmanınız değilim, delikanlı" dedi, "Kimsiniz siz, ve nerede bu 300'ün?"
"Spartalılarız biz" dedi adam, "Kral leonidasın askerleriyiz. Burada İranlılarla savaşıyoruz".
"Sparta mı? hömm.." dedi Weo, "Beni kralınızın yanına götür o zaman"

Adam onu spartalıların bulunduğu yere götürdü. Weo 300 adamı şöyle bir süzdü, hepsi sağlamdı. "Vay hocam, nerde çalıştınız heh.." dedi. Bu sırada kral geldi, "Evet yabancı," dedi, "Sen de kimsin? Konuşmak istemişsin"
"Ben, eaa, William" dedi Weo, "İskoçum. Adamınız savaşta olduğunuzu söyledi"
"Evet, Xerxesle savaşıyoruz"
"Ama 300 kişisiniz. Düşman kaç kişi bari?"
"Onbinlerce"
"Höö" dedi Weo, "hmm...hömm...o zaman işiniz iş heh"
"Anlaşılan Spartalıları hafife aldın iskoç dostum" dedi Leonidas, "Biz spartalı..."
"Dur dur" diye lafını kesti Weo. Kralı bir kenara çekti ve fısıltıyla konuştu "Bak koçum" dedi, "Geberip gideceksiniz, bunu ben de biliyorum sen de biliyorsun"
Leonidas konuşmak istedi ama Weo onu susturup "Onun yerine bir anlaşmaya ne dersin?" dedi, "Bizim iskoçlar da benzer bir durumda. Ne dersin, ben sizi bu beladan kurtarayım, siz de bana İskoçyada yardım edin."
"Sen nasıl kurtaracaksın bizi?"
Weo artist artist sırıttı.

3 saat sonra, karınca sürüsü gibi İran ordusu hot gatese yaklaşırken 300 spartalı savaş düzenini almış, hazır bekliyorlardı. Önlerinde Weo tek başına açıkta duruyordu. Elinde ışın kılıcı, yeşil, kırbaç gibi uzamış, cızırdıyordu. "Benden geriye kalanları siz temizleyin" dedi, "Fazla vaktimiz yok. Şu işi çabucak halledelim." Döndü Leonidasa, sırıttı, "Sparta.." dedi, "Bu iş için efsane olacaksınız biliyorsun değil mi?"
Leonidas göz kırptı. Bu arada İran savaş boruları da ötmeye başlamıştı. Weo yüzünü düşman ordusuna döndü, fırtına estirmeye hazırdı, ama aklında başka bir fırtına esiyordu: Zion'a vaktinde yetişebilecek miydi?

WW - chapterVII

A STORM IS COMING

Morpheus sandalyeye oturmuş, elleri arkadan bağlı, titriyordu. Ter boşanıyordu yüzünden. Birkaç adım ileride, Smith ortaklarıyla başbaşa vermiş bir şeyler konuşuyordu. Dönüp Morphy'e doğru gelirken elindeki şırınga gözüktü. "Siz kumandanlar işkenceye dayanıklıymışsınız" dedi alay edercesine, "Bunu sana enjekte ettiğimde uyuşmaya başlayacaksın ve vakti geldiğinde istediğimi bana kolayca vereceksin, Morpheus. Çok daha nazik değil mi?" Kahkaha attı. Morphy ise şimdi titreme nöbetine girmişti adeta. Gözlerini şırıngadan ayırmıyordu "Ben iğneye dayanamam" diye koptu, "lütfen, yapma bunu Smith, istediğini vereceğim o iğneyi uzak tut benden" Fena olmuştu resmen.

Smith afallamıştı kesinlikle, ama bir çırpıda söyleyiverdi "Zion'un zayıf noktası ne?"
"Altından geçen su yolu" dedi Morphy zar zor. "Küçük bir su geçidi. Oradan kale iskeletini sarsarsın. Orası.."

Smith güldü (gülmesine) ama dönüp ortaklarına baktı, şaşırmış haldeydiler. Morphy'e döndü, "Bu kadar kolay mı oldu yani, bitti mi şimdi, heh"
Ajanlardan biri "Yalan söylüyor olmalı" dedi. Smith hızla eğildi Morphy'e, şırıngayı hızla sallıyordu elinde "Öyle olmalısın, değil mi Morpheus? Böyle saçma bir oyunla bizi kandıracaksın demek" Şırıngayı havaya sıktı biraz. Bir miktar sıvı püskürdü.
Morphy'nin anı buydu. İyice titremeye başladı, "Doğru söylüyorum Smith, gerçekten, yapma bunu Smith dediklerim doğru!"
"Bunu anlamanın tek bir yolu var" dedi Smith, şırıngayı Morpheus'un boynuna yaklaştırıyordu... ve bu sırada Morpheus histerik bir hal almıştı. Bağırıyor, yalvarıyor, sandalyede tepiniyordu. Smith'in vicdanı sızlanmıştı......... diyebilmek asla mümkün değildi ama durdu. Şırınga Morphy'den birkaç santim ötedeydi.
Morphy tepinmeyi kesti. Smith'in durduğunu farketmişti. Birkaç saniyeliğine ortalığı sessizlik kapladı. Smith geri çekildi, "Adam ciddi" dedi, "Getirin şu Zion şemasını!"

Az sonra Smith ve ortakları şemanın başına toplanmış, (onu) inceliyorlardı. Fısıltıları duyuluyordu, "Mantıklı evet.., doğru herhalde..., denemeye değer.."
Smith döndü. Sırıtıyordu. "Pekala Morpheus" dedi, "Sana inandım. Şimdi Zion'un fethine hazırlanırken, bir yandan da seninle ne yapacağımızı düşünelim."

-O sırada, (yedek) karargahta...-

"Şu an işkence görüyor olmalı" dedi Trinity endişeyle.
"Morpheus dayanıklıdır. Kolay vermeyecektir Zion'u" dedi Tank.
"Yani zamanımız var" diye hareketlendi Weo, "Morpheus'u kurtarabiliriz"
"Nasıl kurtaracağız?" dedi Tank, "Adamı saraya götürdüler nasıl kurtarabiliriz? Ulan fiş miş olsa çekecez de..."
"Oha" diye çıkıştı Weo, "Ümidinizi yitirmeyin". Transfer mekanizması olan koltuğa doğru yürüdü "Onu kurtarmaya gidiyorum"
"Kurtaramazsın Weo!" dedi Tank "Ölüme gidiyorsun"
"Kahin bana bir şey demişti" diyerek döndü Weo. Duygusal bir andı. Duraksadı "Ne demişti yav...hmm....höö.. neyse unuttum. Ama gidiyorum. Vaktimiz varken beni engellemeye kalkma"
Tank "Peki" diyerek işe koyuldu "Umarım Zion'un zayıf noktasını öğrenmezler".
"Bunu anlamanın tek bir yolu var" dedi Weo ve birden aklına Smith geldi. Garip bir histi. İçinden "höh" dedi.
Bu sırada Trinity de koltuğa gelmişti "Ben de geliyorum"
"İyi gel" dedi Weo, "Arkamı kollayacak biri lazım"

Tank ayarlamaları bitirirken "Neye ihtiyacınız var?" diye sordu. Weo artist artist "Guns. Lots of guns" dedi.
Ve Trinity'le birlikte beyaz bir "ortam"daydılar. Onlarca raf önlerinden hızla geçti ve sonunda (raflar) durdu.

Raflar boştu.
"En büyük hayali burayı doldurmaktı" dedi Trinity ağır ağır yürürken. Üstünde birkaç şey olan rafı Weo'ya gösterdi.
Weo yaklaşıp baktı.
Birkaç tabanca, bir hafif makinalı, bir uzi, bir çakı, ciklet, alüminyum folyo ve bir "sap" vardı. Doğal olarak sap Weo'nun ilgisini çekti. Aldı. Bir kılıç sapıydı ama bıçağı yoktu.
"Bu bir ışın kılıcı Weo" dedi Trinity ve sapın üstündeki "ON" tuşuna bastı. Mavi bir ışın çıktı ve sapın üstünde yükseldi.
"Vay be" diye salladı kılıcı (kılıç vıcuu etti) Weo "Morphy böyle bir şeyi nasıl aldı ya? Hediye falan mı?"
"Korsan" dedi Trinity, "Zaten bozuk çıktı"
Bozukluğu da Weo o sırada farketmişti. Keskin mavi ışın Weo'nun kılıcı eğmesiyle adeta yana sarktı. "Hmm" diyerek sağa sola kaykılan kılıcı kapattı Weo "Olsun" dedi, "Yine de iş görür"

Kraliyet sarayını çevreleyen görkemli duvarlar, günün ilk ışıklarıyla renkleniyordu. Büyük cümle kapısının önünde, iki kraliyet muhafızı dimdik duruyordu, hareketsiz. Asil kırmızı elbiseleri soğuk esintiyle dalgalanıyor, zırhları hafiften parıldıyordu. Mızraklarını sağlamca tutuyorlardı, içerideki her an her şeye hazır yüzlerce muhafıza rağmen, bu ikisi sarayın güvenliği için bir sembol gibiydiler. İhtişamlı duruşlarıyla herhangi birini saraya yaklaşmaktan dahi vazgeçirebilirlerdi.

Az ileride şehre açılan yolun başı bulunuyordu, binalar yol boyunca sıralanmıştı. Duvarlardan birinin arkasında İKİ gölge oynaşıyordu.

Weo ile Trinity çıktılar ve kapıya doğru ilerlediler. Güneş gözlüklerini takmışlardı, çok artisttiler. Muhafızların önünde durdular.
Muhafız şüpheyle süzdü onları, "Kimsiniz?" dedi.
"Kes lan" dedi Weo ve adama bir tane geçirdi. Muhafız arkasındaki kapıyı sökerek 5 metre kadar kapıyla birlikte uçtu. Diğer muhafız donmuş kalmıştı. Onu da Trinity halletti. İçeri girdiler. Alarm verilmişti. Heryerden askerler koşarak geliyorlardı. Weo soldan gelen ilk iki askeri tabancayla yere serdi. Sonra tabancayı yere attı. Uziyi çıkartıp ileri koştu. İç kapıdan çıkmakta olan birkaç askeri vurdu. Uziyi de yere attı. Koşup bir sütunun arkasına gizlendi. Onlarca askerin ayak sesi duyuluyordu. Weo elini cebine attı. Ama silahı kalmamıştı. Dönüp yerde uziyi aramaya başlamıştı........... ki kafasına sert bir darbe yedi. Döndüğünde Trinity elinde tabanca ve uzi, öfkeyle bakıyordu.
"İsraf etme şunları, al!" diyerek attı silahları "Uzinin daha taksidi bitmedi!"
İkisi sütunun arkasından çıkıp gelen askerlere "daldılar". Bol aksiyonlu bir dakikadan sonra askerler yere serilmişlerdi.

İçeri girdiler. Üst katı temizlemeleri de pek sürmedi. Oradaki bir terasa çıktılar......... ki Weo arkasındaki ajanı farketti. Arkası dönük durdu öylece. Sonra aniden silahını çıkartıp döndü ve ajana mermi yağdırdı.
Ajan tabiki mermilerden sıyrıldı. Bu sefer o silahını çıkarttı. Weo "Oo, kapışcaz yani" dedi. Ajan bir şey demedi. Weo'ya mermi yağdırdı. Weo'da mermilerden sıyrıldı.
Durdular. Weo "Ne yapsam?" diye düşünüyordu. Mecburen bozuk ışın kılıcını çıkarttı. ON tuşuna bastı ve bu sefer yeşil renkte bir ışın fırladı. Anlaşılan kılıcın dalga boyu da arızalıydı. Weo kılıcı kaldırdı ve ajana doğru uçtu. Ajan hızla Weo'nun salladığı kılıçtan sıyrıldı ama hesaba katmadığı bir tarzda ışın sallanırken yalpaladı ve onu kesti.
Ajan yere düşerken artık ajan değil, bedenine girdiği muhafız olmuştu.
Weo Trinity'e dönerken onun işaret ettiği kraliyet helikopterini gördü. "Uçurabilir misin bunu?" diye sordu.
Trinity "Henüz değil" dedi ve telefonunu çıkarttı, karargahla bağlantı kurdu.
"Tank, M-109 helikopter pilot programına ihtiyacım var"
"Hocam onun orada bi kontak var onu çeviriyosun, yalnız kırmızı düğmeye dikkat et, orada yukarda koca bişe..."
"Tank! Senin fikrini sormadım, verileri yükle!"
"Veri yok kızım, ne yükliyim ya!"
"E hani Morpheus CD seti almıştı koca bir şey?"
"Ya onlar hep film çıktı götürdük adama para iade etmeyiz değiştirecekseniz başka bir şey verelim dedi"
"Neyse salla" diyip kapattı ve helikoptere bindi "Bakalım nasıl bir şeymiş.." dedi, "Gel Weo, sanırım uçurabilirim bunu".

Ve helikopter uçuyordu, biraz amatörce ama sarayın en yüksek kulesine doğru çıkıyorlardı. Bu sırada Weo helikopter içinde bir M249 bulmuştu. İçinde üç ajanı ve Morpheus'u barındıran, dışarı camla açılan odayı gördüklerinde Weo sevinçle "Mükemmel" dedi ve koca silahı doğrulttu.
"Ne yapıyorsun!" dedi Trinity, "Morpheus'u vuracaksın!"
"Kızım" diye döndü Weo, "Sen hiç kantır oynamadın mı? Bu M249. 5'in 1'i. Hedef dışında her yeri vurur" Ve tam orada sandalyede oturmakta olan Morphy'e nişan aldı.
Tetiğe asıldı. 100 mermiyi boşalttı. Gözünü açtığında oda harabeye dönmüştü. Ajanlardan iz yoktu. Morpheus ise bitkin, oturuyordu sandalyede. Zarar görmüşe benzemiyordu. Weo "Morphy!" diye bağırdı.
Morphy son bir çabayla kelepçelerini kopardı ve fırladı yerinden. Helikoptere atladığında ne acılar yaşamış olduğu daha bir belli oluyordu.
Weo şaşırdı, ajanlar hala ortalarda yoktu, "Bu kadar kolay mı oldu yani, bitti mi şimdi, heh" dedi.
Yine aynı his. Smith'i görür gibi oldu resmen. Ya da Smith olur gibi oldu resmen.

"Bilgi ellerinde" dedi Morphy bitkin bir sesle, "Zion tehlikede.."
"Ne yapacağız şimdi Morpheus?" dedi Trinity endişeyle.
"Zion'a gidiyoruz" dedi Morphy, "Hemen. Dostlarımızı uyarmalıyız. Yoksa her şey biter."

to be continued...

WW - chapter VI

EXPECT THE UNEXPECTED

"Bu mu yani?" dedi Weo. Sandalyeye oturmuş ileri geri sallanıyordu "Burda 3 5 adam Smith'e karşı mı koyuyorsunuz?"
"Tabi ki hayır" dedi Trinity. Ocağın başında menemenle ilgileniyordu "Dostlarımız Zion'da. Biz de bu toplulukta bir bölüğüz ve Morpheus da kumandanımız"
"Doğru. Burada daha fazla insanı kurtarmaya ve birliğimize katmaya çalışıyoruz." dedi Morphy. "Çoğunluğumuz ise Zion'da güvendeler"
"Zion mu?"
"Evet" dedi Trinity "Aslında güvende olabileceğimiz tek yer de denebilir. Çok eski bir kale, Godric Gryffindor yaptırmış zamanında"
"O kim be" diye mırıldandı Weo. Morphy devam etti "Eski şövalyelerden biri. Zion'u 4 şövalye birlikte kurmuşlar, Slytherin, Hufflepuff ve Ravenclaw. Dostlarımız orada güvendeler, çünkü Smith Zion'a girmeyi başaramayacağını biliyor, o sentinel ordusuyla yapamaz bunu, kale çok sağlam ve aşılmazdır."

"Tabi şu zayıf nokta meselesini saymazsak.." dedi Cypher, artist artist. Morphy ona ters bir bakış attı ve hafifçe konuştu, "Evet, kalenin zayıf bir noktası olduğu iddiası var tabi de.."
"Bunu ancak kumandanlar bilebilir" diye kesti Cypher, gözleri pis kısılmıştı, baya evildı, "Yani sen, Morpheus, öyle değilmi?"
"Vay be" atladı Weo, "demek biliyorsun. Ee neymiş bu şey?"
Morphy dönüp uzaklaştı, "Bazı şeyleri herkes bilmemeli" dedi, "konu kapanmıştır. Yemeği yiyelim"
"Lan Morphy" diye fırladı Weo, "Söyle şunu arıza çıkartma.."

Güm.

Kapı kırılarak açıldı. İçeri gaz bombaları atıldı. Morphy "Hemen arka kapıya!" diye bağırarak koştu. İçeri giren SWAT ekipleri ateş açtılar. Ortalık manyak oldu. Weo hemen üstüne gelen mermilerden sıyrıldı "Siz gidin, ben tutarım onları!" diye bağırdı.
Morphy "Hayır" diyerek geri dönmek istedi ama Cypher onu çekip götürdü. Ekip dumanlar arasında kayboldu. Weo ortada duruyordu. Silahlar ona doğrultulmuştu. SWATların arasından takım elbisesiyle bir ajan çıktı, bu Smith değil, ortaklarından biriydi. Weo'yla karşı karşıya durdular. Yumruklarını sıktı. Kütlemeler duyuldu.
Weo derin bir nefes aldı, kollarını bacaklarını sağa sola rahatça sallandırdı, "Evet çocuklar" dedi "Yalnız kaldığımıza göre parti başlayabilir değil mi?"

-O sırada, karargahın arkasındaki büyük lağımda...-

Ekip hızla koşuyordu. Morphy nefes nefese "Nasıl buldular bizi!" diye bağırıyordu, "Nasıl!"
"Kaptan, böyle nereye gidiyoruz!" diye bağırdı Trinity "Bu koca lağım nereye gider böyle!"
"Çıkışı biliyorum" dedi Morphy, "Az kaldı, şu ilerideki köprüyü geçtik mi tamamdır"
Sağdan soldan gürültüler duyuldu, böcek ve metal sesi karışımı gürültü yankılar yaparak yükseldi. Morphy dehşet içinde "Sentineller" dedi, "O köprüyü geçmeliyiz başka şansımız yok. Koşun!"

Koştular. Gürültü arkalarından yükselerek yaklaşıyordu. Sonunda köprüye ulaştıklarında arkalarında metalik böcekleri görebiliyorlardı. Morphy köprüye baktı ve "Khazad-dum.." diye mırıldandı. Bu ince köprünün altındaki uçurum dipsiz olmalıydı. "Hadi" dedi Morpheus ve ekibi geçirdi. Tam kendisi de geçiyordu ki Cypher'ın arkasında kaldığını farketti. O geçmemişti, ayrıca elinde bir silah tutuyordu. Namlusu Morpheus'a doğrulmuştu.
"Cypher!" diye bağırdı "Sen ne yap.."
"Burdan çıkıp kurtulsan ne yapacaksın Morpheus?" dedi Cypher. "Açlıktan ölürsün herhalde. Elinde bir şey yok. Gerçi ne zaman oldu ki.."
"Dönüp gitmekte serbestsin Cypher" dedi Morpheus "Senin gibi birinin düşmanım olmasını tercih ederim"
"Gideceğim evet" dedi Cypher gülerek "Ama sen de benimle geliyorsun. Zion'un zayıf noktası, Morpheus, onu takım elbiseye söyle de bari ben kurtulayım" Köprüye adımını attı.
Morphy elini cebine attı ve kumandasını çıkarttı "You shall not pass!" dedi. Cypher güldü. Bir adım daha yaklaştı. Morphy tam zamanında kumandanın tuşuna bastı. Cypher'ın bastığı kısmın altındaki bombalar patladı ve taşlar parçalanarak Cypher'la beraber dipsiz uçuruma düştüler.
Morphy kumandasına bakarak güldü "2 yıl önce koymuştum onları" dedi, "Mükemmel şekilde işe yara...."
Ayağının altındaki taş parçası koptu ve Morphy dengesini kaybetti. Son anda elleriyle tutundu köprüye. Asılı kalmıştı.
Ekibin gerisi ileride duruyorlardı. Morphy son bir çabayla "Run, you fools" diye bağırdı. Ekip dönüp hızla uzaklaştı. Morphy bağırmaya devam etti "Hayır ne gidiyorsunuz lan gelin kurtarın beni!"

Gitmişlerdi. Bari biri dönüp "Noo!" diye çığlık atsaydı. Gücü tükenen Morphy bırakıyordu kendisini...
...ki, bir el onu bileğinden yakaladı ve havaya kaldırdı. Morphy'nin gözleri siyah güneş gözlüğüyle karşı karşıya kaldı.
"Nereye gidiyorsun böyle, Morpheus?" dedi Smith, sırıtarak. "Daha şöyle oturup bir konuşamadık seninle?"

-O sırada, karargahta...-

Weo sağa sola uçuyor, SWATlardan kapmış olduğu silahlarla mermi yağdırıyordu. Karargah toz bulutuyla kaplanmış, delik deşik olmuş, harabeye dönmüştü. Weo ile ajan hala kapışıyorlardı. Kapışma yüksek aksiyonluydu. Ama ajan birden (kulaklığından haber almış olacak) hızlı bir hamleyle kapıya ulaştı ve çıktı.
"Gelsene lan buraya!" diye bağırdı Weo "Ne kaçıyosun!". Kavga sırasında aradan çıkarttığı SWATların cesetleri arasından hızla geçti. Dışarı çıktığında ajandan eser kalmamıştı. Şimdi dönüp Morphy'i bulması gerekiyordu, nereye gittilerse..

Yolun karşısındaki telefon çalmaya başladı. Weo karşıya geçti ve ihtiyatla yaklaştı telefona, ahizeyi kaldırdı.
Tanıdık bir sesti bu "İyi günler, ben otel için aramıştım da.."
"La yine mi sen!" diye bağırdı Weo "Git işine yok otel ya ne oteli!" Kapattı öfkeyle. Döndü, karargaha doğru bir adım atmıştı...
...ki, telefon tekrar çaldı. Gizemli bir şekilde durdu Weo. Geri döndü ve açtı telefonu.
O garip his ve kendini bir koltukta buldu. Burası başka bir yerdi, ama karargaha benziyordu. Ekip oradaydı. Ama iki kişi eksik gibiydi..
Weo "Morphy nerede?" dedi. Tank yanına geldi. Endişeli duruyordu. "Weo" dedi, "Bir sorunumuz var".

WW - chapter V,V (bucuk)

THE BETRAYAL

Garson içecekleri leziz yemeklerin yanına bıraktı ve yapmacık gülümsemesini eksik etmeyerek uzaklaştı. Masadaki ikili, kebaplara mesafeli durdu başta,
ama kel olanı dayanamadığını belli ederek yemeğe (saldırdı). Karşısındaki hafifçe gülümsedi, en azından dudakları öyle büküldü, güneş gözlükleri ve
soğuk duruşu başka herhangi bir duygu ibaresini engeller gibiydi.

Kel adam yavaşça çiğnedi lokmasını, kebabın lezzetiyle büyülenmiş gibiydi. "Bu da nesi, bu kebap.." dedi, sesinden tatmin duygusu saçılıyordu, "Sanki ilk defa lezzetli bir şey yiyor gibiyim".
"Bize sırtınızı döndüğünüz günden itibaren, Cypher" dedi Smith tane tane, "Her şeyinizi kaybettiniz, sadece lezzeti değil".
Cypher ağzı dolu halde "Ama bu lezzet.." diyebildi. Bir parça daha attı ağzına. "Haklısın" dedi, "Morpheus bize sefaletten başka bir şey vermedi. Hergün yumurta patates yiyorum, yıllardır. İnanabiliyor musun, hergün!". Ayranını dikti. "Lanet bir lağımda, koku, rutubet, açlıkla geçiyordu ömrümüz, ve
herkes halinden memnun gibi! Anlamıyorum bunları", kızarmış patates attı birkaç tane, "mermi alacak para bulamazken", pilavı kaşıkladı, "nasıl inanabilirler ona?"

"Lağım...hmm" diye mırıldandı ve "Senin arkadaşlarından akıllı olduğunu görmek güzel" dedi Smith. Kel kafayı sabırla dinliyordu, ona katlanıyormuş gibi bir hali vardı. Cypher ise konuşmaya devam ediyordu, aldığı her lokma çenesinin daha da düşmesine sebep oluyordu.

"Arkadaşlar mı?" dedi sırıtarak. "Artık bundan şüpheliyim Smith, hele bu yemekten sonra.. Neyse, öncelikle, yeni bir hayat istiyorum ve önceki her şeyi de unutmak istiyorum. Her şeyi. Özellikle sefalet içinde geçen kısmı, heh.."
"Evet" diyerek sandalyesinde toparlandı Smith. Sonunda konuya gelmiş olmak onu rahatlatmıştı. "Peki, nasıl istersen".
"Bu sorunlardan uzak ve habersiz olmak istiyorum" diye devam etti Cypher, "İyi bir hayatım olsun. Ne bileyim, kont falan olayım. İrlanda kralı falan olabilir."
"Nasıl istersen" diye başını salladı Smith, ve devam etti, "Ve bunun karşılığında da.."
Cypher onaylayarak başladı "Ve bunun karşılığında da.."
"Zion'un zayıf noktasını vereceksin bize" diye bitirdi Smith.
Cypher yüzünü ekşitti. "Sana dedim ya, ben de bilmiyorum o zayıf noktayı, koca kale zaten, ne bileceğim? Ben sana bunu bilen adamı vereceğim asıl." Yine sırıttı "Kim olduğunu söyleyeyim mi?"
Smith ellerini kavuşturdu ve tek kelimeyle "Morpheus" dedi(&). Cypher dondu kaldı. Yediği kapağın etkisi birkaç saniye boyunca geçmedi.

Ve Cypher Morpheus'un karargahının yerini Smith'e anlattı. Bir çırpıda tamamlamıştı ihanetini. Smith, yüzünde memnun bir ifadeyle, sandalyesinde geriye yaslandı, elini kulaklığına götürdü ve ortaklarıyla irtibat kurdu.

"..Destek kuvvetleri de istiyorum, hazır edin" dedi, "Bu gece bu işi bitiriyoruz"...

TO BE CONTINUED...

(Görüntü kaybolurken yüksek tonda gerilim yüklü davul-org müziği ve kapanış.)

WW - chapter V

THE ORACLE

Kraliyet sarayını çevreleyen görkemli duvarlar, günün ilk ışıklarıyla renkleniyordu. Büyük cümle kapısının önünde, iki kraliyet muhafızı dimdik duruyordu, hareketsiz. Asil kırmızı elbiseleri soğuk esintiyle dalgalanıyor, zırhları hafiften parıldıyordu. Mızraklarını sağlamca tutuyorlardı, içerideki her an her şeye hazır yüzlerce muhafıza rağmen, bu ikisi sarayın güvenliği için bir sembol gibiydiler. İhtişamlı duruşlarıyla herhangi birini saraya yaklaşmaktan dahi vazgeçirebilirlerdi.

Az ileride şehre açılan yolun başı bulunuyordu, binalar yol boyunca sıralanmıştı. Duvarlardan birinin arkasında bir gölge oynaşıyordu.

"Pekala" dedi Weo ellerini ovuşturarak "Hadi bakalım". Derin bir nefes aldı ve duvarın arkasından çıktı, saraya doğru adım adım ilerlemeye başladı. Otuz-kırk adım sonra kapı muhafızlarının dibinde olacaktı. Adımları sakin, ama hızlıydı.

Kafasında planı hemen hemen tamamlamıştı "Önce bahçedekileri hallederim, okçuları salla, giriştekilerden sonra doğrudan Zimit'e giderim, diğer iki gözlüklü de aradan çıkar artık.. Çıkışta atlılar gelirse ona da bir şey düşünürüm.." Muhafızlar kendilerine hızla yaklaşan bu adamı farketmiş, şüpheli bakışlarını üstüne dikmişlerdi. Parti başlıyordu.

Bir el Weo'yu arkadan tuttu ve sertçe bir duvarın arkasına çekti.
"Manyak mısın öldürteceksin kendini!"
"Morphy sana yokum dedim. Bunu kendi yöntemimle çözecem"
"Ne yöntemi gebereceksin! Her şeyi berbat edeceksin!"
"Morphy.."
"Tamam!" diye kesti Morpheus. "Tamam. Öncelikle İskoçya'nın özgürlüğünü kurtaracağız. Seninleyiz kabul.. İskoçya için savaşacağız. Şimdi kimse görmeden hemen uzaklaşalım buradan. Şu sokakta bir telefon kulübesi olacaktı."
"Telefon kulübesi mi? Ne yapacaz telefonu?"
"Telefonla karargaha doğrudan geçeceğiz. Göreceksin şimdi."
Weo hala kendi yöntemini uygulamak istiyordu ama Morphy'yi izledi. Anlaşılan bu adamlar mücadelelerinde gerçekten samimiydiler.

Morpheus onu telefon kulübesinin önüne getirdi "Sırayla gideceğiz. Şimdi çalar" dedi. Beklediler.
Ve telefon çaldı.

Morpheus telefonu açtı. Bir şey olmadı. "Alo... yok burası otel değil.. Rica ederim".
Kapattı. "Bu değil. Şimdi çalar." dedi. Beklediler.
Ve telefon çaldı.

Morpheus telefonu açtı. Araya hoş bir efekt girdi ve Morphy kayboldu.
Weo "Vay be" dedi ve asılı kalan ahizeyi kapattı. Bekledi.
Ve telefon çaldı.

Weo telefonu açtı. Biri konuştu karşıdan "İyi günler, ben otel için aramıştım da.."
Weo "Yok otel motel ne diyon be" dedi ve kapattı. Bekledi.
Ve telefon çaldı.

Weo telefonu açtı. Ve kendini Morphy'nin karargahında bir koltukta buldu. "Geldi patron" dedi Tank.
Morphy geldi ve yanına oturdu "Tekrar benimle geldiğin için sağol" dedi, "Anlamalısın. Sen o'sun. Gidip orada kendini öldürtmene izin veremezdim. Yoksa bu hepimizin sonu olur..yani.." Duraksadı "Karışık bir mesele.. ben seni en iyisi kahine götüreyim" dedi.
Weo "Ne kahini be?" dedi ama Morphy fırlamıştı bile yerinden "Zaten götürmeyi düşünüyordum. Araba hazır. Hemen gidelim."
Weo "İyi gidelim" demekle yetindi ve karargahtan çıktılar. Hemen orada cadillac bekliyordu. Weo sormadan edemedi "Cadillac senin mi Morphy?"
"Yok. Lazım oldukça kiralıyoruz" dedi Morpheus. Arabaya binip gittiler.

Cadillac bir binanın önünde durdu ve indiler. Binaya girip kahinin dairesine gittiler. Morphy kapıyı çaldı ve içeri alındılar. Morphy girişte bekledi. Weo odadan içeri girdi.
İçeride bir miktar çocuk bir miktar şey yapıyordu. Bunlardan kaşıkları bakarak eğen çocuk Weo'nun dikkatini çekti. Çocuğun yanına gitti. Çocuk ona bir kaşık uzattı ve "Kaşığı eğmeye çalışma. Bu imkansızdır. Bunun yerine sadece gerçeği anlamaya çalış" dedi. Weo "Ne gerçeği?" dedi. "Kaşık aslında yok" dedi çocuk.
Weo gülümsedi. "Bak şimdi" dedi ve kaşığı alıp bir hamlede kırdı "Al sana kaşık.."
"Kahin seni bekliyor" dedi birisi arkadan. Weo kalktı ve döndü, gözyaşları içindeki çocuğu geride bırakarak (o birisinin işaret ettiği yerden) içeri girdi.

Mutfaktı burası. Kahin oturuyordu. Weo girişte durup bekledi. Kahin dönmeden "Vazo için üzülme" dedi.
Weo şaşırdı. Etrafına baktı. Hemen yanında bir vazo vardı ama hiç de üzünülecek bir şeye benzemiyordu. Ne diyeceğini bilemedi. Bu sırada kahin de dönmüş kaşlarını çatarak bakıyordu. Weo "Üzülmedim diye mi kızdı acaba?" diye düşündü ama kahinin duruşu sanki bir şeyin olmasını bekliyormuş gibiydi. Her ne bekliyorsa olmayınca sonunda bıraktı ve bir sigara yakıp "Hoşgeldin William" dedi, "Sana müjdeli haberler vermek isterdim ama üzgünüm.."
"Ee?" dedi Weo. Kahin yaklaştı, "Dur bi bakıyım sana" dedi ve yüzünü tutup yakından inceledi, düşünceli düşünceli baktı. "Bir tercihte bulunacaksın" dedi, "Kendi hayatın ile Morpheus'unki arasında bir tercih.." duraksadı, "ona göre yani.."
"Bu dediklerinin içinde Zimit'i tekmelemeyle ilgili bir bölüm var mı?" dedi Weo. Kahin ise döndü ve fırından yaptığı kurabiyeleri çıkardı, tepsiyi Weo'ya uzatırken "Diyeceğimi dedim. Alsana bir tane.."
Weo bir kurabiye alıp attı ağzına. "Morphy iyi adam ya.." dedi "Neyse gideyim o zaman. Sağol kahin." Ve çıkmak üzere arkasını dönmüştü ki kolu vazoya çarptı ve vazo düşüp kırıldı. Kahin çok rahatlamış bir şekilde oh çekti, "Merak etme, çocuklara veririm tamir ederler" dedi. Weo, daha da şaşırmış, mutfaktan çıktı. Kapının önünde Morphy'yi buldu ve "Hadi toz olalım" dedi. Dışarı çıktılar.
Morpheus Weo'ya döndü, "Evet Weo, kendini nasıl hissediyorsun?" dedi. Weo derin bir nefes aldı. Morphy gözlerini kısmış, diyeceklerine kilitlenmişti. Weo'nun ağzından şu kelimeler döküldü "Hadi gidip şu Zimit'i tekmeleyelim"

Dönüp yürüdü. Arkasından Morphy'nin "Damn!" dediğini duyar gibiydi.

WW - chapterIV

POOR MORPHY

"Weo, beni duyuyor musun?"
İrkilerek uyandı Weo. Son hatırladığı, Morpheus'un insanların nasıl Smith'in kölesi olduğu, ajanların herkes olabildiği ve herkesin bu yüzden düşman olduğu türünden bir şeyler anlattığıydı. Kırmızı koltuk rahat gelmiş olmalıydı.
"İşin felsefesi pek sarmadı ha, Weo?" dedi Morpheus.
"Tabi canım" diyerek kalktı Weo. "Zimit'i ne zaman tekmeleyeceğiz sen onu söyle."
"Tekmeleyeceğiz." dedi Morpheus gülerek. "Gel, seni merkezimize götüreyim."

Ve ikisi apartmandan çıktılar. Islak sokaklardan geçerek yürüdüler. Sonunda, köşe bir yerde merdivenlerden indiler ve Morpheus onu eski, demir bir kapının önüne getirdi. "İşte" dedi ve kanalizasyon girişini andıran paslı kapıyı açtı.

Weo içeri baktı.

Giriş karanlıktı ama ileride ışıklar görünüyordu.
"Haydi" dedi Morpheus ve girdiler. Geniş ve yüksek odada ilerlediler. İleride, bilgisayarlar, garip makinalar ve bunlarla çalışan Morpheus'un adamları vardı. Ortam florasanlarla aydınlatılmıştı.
"İşte" dedi Morpheus, "Merkezimiz bu. Ne diyorsun?"
"Heh, biraz şaşırdım doğrusu" dedi Weo "Ne biliyim bi hovercraftının falan olmasını beklerdim de."
"Vardı" dedi Morpheus ve başını eğdi. Bir anda yüzünü hüzün kaplamıştı. Derin bir nefes aldı, "Geçim sıkıntısı nedeniyle sattık" dedi.
Döndü, "Tank, gel" diye seslendi. Bilgisayarın başındaki adam kalkıp geldi yanına. Morpheus cebinden biraz para uzatarak "Git üç ekmek al. Bu akşam da patates yiyeceğiz." dedi.
Tank "Ama patron.." diyebildi. Morpheus parayı verirken "Napalım paramız var da mı çeşit çeşit yiyelim?" şeklinde başını salladı. Tank üzüntü içinde, ağır adımlarla uzaklaştı.

Weo şaşkınlık içindeydi. Morpheus fakirdi. Yoksulluk içinde Smith'e karşı mücadelesini sürdürebilir miydi acaba?
Morpheus Weo'ya döndü, "Görüyorsun" dedi, "Smith'in lüks içindeki hali adamlarımın kafasını karıştırıyor. Bana sırtlarını dönmelerinden korkmaya başladım."
"Anlıyorum" diyebildi Weo. Tablo kötüydü. Bu sırada Morpheus yeşeren bir ümit ışığıyla "Ama" dedi, "Sen geldin Weo, ve Smith'e karşı asıl mücadelemiz şimdi başlıyor. İnsanlığı kurtarabiliriz!"
"Heh" diyerek çekildi Weo "Büyük hedeflerin var ha, Morphy? Benim şahsen Zimit'le problemim İskoçya'nın özgürlüğüdür. O kadar."
"İskoçya mı?" diye çıkıştı Morpheus. "Sen Weo'sun! İnsanlık tehlikede sen hala İskoçya diyorsun"

Weo duraksadı. Böyle bir söz onun için İskoçyaya hakaret sayılırdı. Hayal kırıklığıyla geriledi, "Peki Morphy" dedi, "O zaman üzgünüm ama ben yokum."
Geriye döndü. Adımını atarken "Weo!" diye bağırdı Morpheus. Başını çevirdi, "Ben İskoç savaşçısıyım" dedi, "William Wallace olduğumu da unutmadım".

Yürüdü. Smith'i tek başına halledecekti anlaşılan. Demir kapıya gelmişti ki, koşarak Morpheus geldi arkadan.
"Weo! Bize ihtiyacın var".
"Hadi ya? Hiç farkında değildim?"
"Ajanlara tek başına karşı koyamazsın!"

Weo gülümsedi. "Heh" dedi, "Gözlüklerini paketler yollarım Morphy"
Açtı kapıyı. Attı adımını dışarı. Arkasından kapıyı sertçe çekti. Güneş gözlüklerini taktı, "Rebellion Begins" dedi.

Lan o Harry Potter'dı.

WW - chapterIII

THE SCOTCHMEN

Weo hanın kahvesinde oturuyordu. Düşünceliydi. Bir kez daha yapmalıydı, bu kralı da ortadan kaldırmalıydı, ama Smith... ona karşı tek başına mücadele edemezdi, çünkü bu parlak ingiliz normal insanlardan değildi, tıpkı Weo'nun da olmadığı gibi. Ayrıca yanında iki tane daha takım elbiseli daha...
Weo bardağını öfkeyle masaya vurdu.

"Weo.."

Weo şimşek hızıyla (o hızla) döndü. Karşısında bir kadın duruyordu, siyahlar içindeydi. Çok tanıdık gelmişti kadın, bu bir İskoça benziyordu.

"Sen de kimsin?"
"Ben Trinity," dedi kadın.
"İskoç musun?"
"Evet." dedi ve ekledi Trinity "Weo, tehlikedesin."

"Aslına bakarsan" dedi Weo, "Bütün İskoçlar tehlikede"
"Evet" dedi Trinity, "Seni Morpheus'a götüreyim. O da İskoçtur ve burada bizim liderimizdir. Birlikte Smith'i yenebiliriz. Weo, bu Smith niyeti bozmuş, amacı bizim sandığımızdan da kötü"

"Öyle. O zaman vakit kaybetmeyelim" dedi Weo ve handan çıktılar. Dışarıda bir cadillac bekliyordu. Trinity bindi, Weo şöyle bir içeri baktı, bir adam ve bir kadın daha vardı. Onlar da İskoç görünümlüydüler. Weo da bindi, araba hareket etti.

Tenha bir yerde cadillac sağa çekti. Önde oturan kadın döndü, elinde mızrak vardı. "Hey sen" dedi, "içinden biraz kurt temizleyeceğiz. Şimdi sakin ol ve sorun çıkartma"

Weo'nun weoluk damarı tutmuştu aslında, o mızrağı alıp kadının boğazından içeri sarkıtmayı düşündü, ama Trinity'e dönüp "Ne oluyoz" demekle yetindi.

Trinity de acayip bir makina çıkarmıştı, üstünde "Made in china" yazıyordu. "Weo, ajanlar seni izliyorlar. Şimdi o virüsü alacağız senden. Karnını aç ve rahat ol. Kısa sürecek."

Weo içinden "Hayırlısı" dedi ve açtı karnını. Öndeki kadın onu omuzlarından tuttu. Trinity de o makinanın ucunu Weo'nun göbek deliğine soktu. "Umarım tutukluk yapmaz" dedi.

Öndeki kadın "Garanti belgesi mi var ki gönderelim" dedi ama Trinity sinirli bir bakışla karşılık verdi.

Ve makinayı çalıştırdı...

Weo acayip oldu. Sanki makina içini vakumluyordu. İstemeden sağa sola çırpınmaya başladı. Kadın "Hadi" diyor, Trinity de konsantre olmuş vaziyette "Neredeyse yakaladım, neredeyse" diyordu.
Sonunda makinayı kapattı ve çekti. Weo'nun başı dönüyordu. Trinity makinenin haznesinden metalik bir böcek çıkardı.

Böcek...Smith.....rüya.....

"Gerçek miymiş!" dedi Weo dehşet içinde. Trinity çırpınan böceği camdan atıp öndeki adama işaret verdikten sonra "Gerçeği görmeye gidiyoruz, Weo" dedi. Cadillac hızla ilerlerken Weo daha kendine gelememişti.

Büyük bir apartmanın yanında durdular. Trinity Weo'yu aldı ve ikisi binaya girdiler. Merdivenleri çıkarak en üst kata geldiler. Bu sırada dışarıda şimşekler çakıyordu, şiddetli bir yağmur başlamıştı. Trinity onu büyük bir kapının önüne getirdi. "Morpheus içeride, seni bekliyor" dedi.

Weo kafa salladı ve kapıyı açtı.

İçeride büyükçe, siyahi bir adam vardı. Siyah pardösü giymişti, ellerini arkasında kavuşturmuş bir şekilde, sırtı Weo'ya dönük duruyordu. "Hoşgeldin, Weo" dedi ve gülümseyerek döndü. Siyah güneş gözlüğü takıyordu.

Gözlüğün sapları yoktu.
Weo yana eğilip dikkatlice baktı.

Gözlüğün sapları yoktu.

WW - chapterII

YOU HAVE TWO LIVES

Weo bir kayanın üstüne oturmuş, elindeki dal parçalarını soyuyordu. Bir an önce yola koyulması gerektiğini biliyordu, buna rağmen burada kalması içini fena sıkmıştı. Elindekileri fırlattı, ayağa kalkarak "Bak dostum" dedi, "Londra'nın nerede olduğunu bilmiyorsan da gidelim yolumuza yav!"

"Problemimizin Londra olmadığını bildiğini varsayıyorum, Mr.Wallace" dedi Smith. O ifadesiz ifadesi(!) yine üstündeydi. Weo Smith'in kralın bir adamı olduğunu düşünmeye başlamıştı. "Bak Zimit" dedi, "Kralı da ordusunu da temizledim, ve sen de onun adamıysan seni de temizlerim"

Matrix güçlerinin farkındaydı elbet, ama Smith'de gözlediği bu özgüven havası onu adeta, ürkütmüştü. Sanki Smith onun güçlerini ve bunlara nasıl karşı koyacağını biliyordu...ya da o da kendi gücüne güveniyordu.

Smith hızla elini kaldırdı, "Krala ya da ordusuna ne yaptığın umrumda değil, Mr.Wallace" dedi. Bu anda sesi gizemli bir ton kazandı ve "Lakin bunu nasıl yaptığınla ilgileniyoruz: Bir orduyu nasıl temizlediğin, ya da bir uçağı düşürmeyi nasıl başardığın...her insanın yapabileceği şeyler değildir bunlar. Siz insanlar kendilerinizi geliştirebilen şeylersiniz ama bu asla uçmayı ya da başka imkansız yetenekleri sağlamaz. Kuralların dışına çıktığının farkındasındır umarım, Mr.Wallace."

"Kurallar?" diye düşündü Weo. Hangi kurallardan bahsediyordu Smith? İnsanları kontrol altında tuttuğu ama Weo'nun kontrol dışına çıktığını anlatmış olmalıydı, ama hangi sisteme aitti bu herif?!!

"Tabi ya" dedi, Weo, iki adım yaklaştı Smith'e, "Matrix" dedi. "Mesele bu değil mi? Anlaşılan Weo olmamdan hoşnut değilsin..."

"Ortaklarım gelince her şeyi açığa kavuşturacağız. İşte.."

"Ortak?!" dedi Weo, tam o sırada uzakta iki adam belirdi, ağaçların arasından. Bunlar da Smith gibi takım elbiseli ve güneş gözlüklüydüler. Hızla yaklaşıyorlardı. Weo onların üstünde de aynı düzgünlük, düzlük, ciddiyet ve ifadesizliğin olduğunu gördü. Adamlardan biri, elinde bir dosya taşıyordu. Geldiklerinde dosyayı Smith'e verdiler ve arkasında durup bakışlarını Weo'ya diktiler.

"Eveeeet" diye dosyayı açmaya koyuldu Smith. Weo kendisinden bahsedildiğini biliyordu. Smith dosyadaki kağıtları şöyle bir karıştırdı, sonra ciddi bir ses ile "Senin iki hayatın var, Mr.Wallace. Ve bunlardan sadece biri yaşamaya devam edecek."

Kağıtları yavaşça çevirmeye başladı "Birincisi, William Wallace adında bir İskoç. Hımm, İskoçya'nın özgürlüğü ha? İsyancı, cezalandırılmış... hımm... oo balkondan sallandırma mı? Üstelik atmışlar da....hımm.... fırın mı oo bu acıtmış olmalı...."

Weo sabırla duruyordu. "Herneyse" dedi Smith, "ikincisi ise, bu işkencelerden sonra ortaya çıkmış bir....durum. Matrix kurallarının birçok kez ihlali... ki bu da ayrı bir isyandır, Mr.Wallace. Farkında ol, ya da olma. Şimdi isyancı hayatına birlikte, problemsiz bir şekilde son vereceğiz, değil mi Mr.Wallace?"

Weo güldü. "Hayır, Mr.Zimit" dedi, "Sen kimsin, nesin bilmiyorum ama senin kuralların için bir şeyden vazgeçecek değilim. Anlaşıldı mı?"

"Mr.Wallace, sanırım bizi anlamadın. Buna son vereceğiz, ve şimdilik, şu isyancı tutumunuzu kontrol altında tutacağız." dedi Smith ve diğer ikisine kafa salladı. Adamlar öne atılıp Weo'yu tuttular, Weo kurtulmaya çalışıyordu ama başaramıyordu. Depinirken Smith'in elinde metalik bir böceğin olduğunu gördü, bu şey canlıydı. Takım elbiseliler göbeğini açtılar, ve Smith böceği Weo'nun üstüne bıraktı. Böcek Weo'nun göbek deliğine yöneldi, ve oradan içeri girmeye başladı. Weo artık dehşet içinde çırpınıyordu. Ve.....

Weo yataktan fırladı. Kan ter içinde kalmıştı. Bu ne kabustu böyle. Pencereden dışarı baktı, güneş çoktan doğmuş olmalıydı. İndi yataktan, küçük ve pek lüks olmayan odadan dışarı çıktı. Merdivenlerden indi. Motelin sahibi "İyi günler, beyefendi" dedi. Weo yavaşça kafa salladı, ve dışarı çıktı.

Londra sokaklarının bu derece kalabalık olamayacağını düşünüyordu ki, sebebini anladı. Birisi ileride konuşma yapıyordu. İnsanların arasından zar zor ilerlemeye başladı. Bu arada aralarındaki konuşmaları da duyuyordu "Evet bu yeni kral...","Bu sabah ilan edildi...","Eskisi? O ölmüş....savaşta herhalde bilmiyorum...Yo prens falan değil.."

Yaklaştıkça yeni kralın konuşmasını da anlamaya başladı. Kral Britanya'nın toprak bütünlüğü ile ilgili bir şeyler söylüyordu. "...Ve isyancıların ülkemizi bölmelerine izin vermeyeceğim, özgürlük bahanesiyle Britanya'dan toprak koparmaya çalışan asiler..."

"Hayır!" diye içinden geçirdi Weo. Bu kral da İskoçya'nın mücadelesine karşı koyacaktı anlaşılan. İnsanlar arasından görmeye çalıştı kralı. Biraz daha ilerleyince başardı bunu: Kral bir platformun üstündeydi, ama üstünde ne tac, ne de kraliyet kıyafetleri bulunuyordu. Siyah takım elbise, güneş gözlüğü...

"Smith!" dedi Weo, dehşet içinde. Gördüğü kabus...şu böcek... Smith konuşurken bir ara başını çevirdi, Weo kendisine baktığını biliyordu. Herif gülümsüyordu, zalimce. Yine pek belli değildi, ama Weo biliyordu. Smith gülümsüyordu...

WW - chapter I

THE MAN IN SUIT

Weo şaşkındı. Pilotu resmen bıçaklamıştı. Aklı henüz başına geliyordu, "ne yaptık lan" dedi. Ne yapacağını kara kara düşünürken birden aklına bir fikir geldi. 19 kez bıçaklanmış ve can çekişmekte olan pilota yaklaştı, elini adama daldırdı, kalbini cebren ve hile ile çalıştırdı. Üç beş mıncıktan sonra adamın kalbi çalışmaya başladı. Weo derin bir nefes aldı, ama vicdanı hala rahat değildi, adam ayağa kalkana kadar. Pilot etrafa bakındı, "ne oluyoz ya" dedi, "kaptan nerde ya"

"kaptan....eee....bir kaza geçirdik...yani geçirdiniz" diye geveledi Weo. Yavaşça uzaklaştı, "geçmiş olsun, yine iyi yırttınız" demeyi ihmal etmedi. Pilotu orada bıraktı ve yürümeye başladı. Aklına uçmak geldi ama salladı. En azından şu an uçmak istemiyordu, yaşadığı kaza aklına gelmişti (tabi Weo o uçağın kendisini imha için gönderilmiş olduğunu bilmiyordu).

Uzun süre gitti, sürekli düşünceler dönüyordu kafasında. Nereye gittiğini bilmiyordu ama tahminler yürütebiliyordu, uçuşunu düşünüyordu "Watforddan sonra sağ yapmadım mı ben ya.....haa doğru rüzgar falan tabi ya..ama Fulhamı geçtik tamam" etrafında ovalar, ormanlar uçsuz bucaksız tarlalar görünüyordu, tahminine göre Londraya yaklaşmış olmalıydı, ağaçlar arasında bir şehir görür gibi olmuştu...
Üzerine düşen bir gölge dikkatini çekti, kafasını kaldırdı (aşağı bakıyordu demek ki)...

Bir adam, siyah beyaz takım elbiseli, elbise düzgün ütülü....takım elbise..ilk defa böyle bir kıyafet görüyordu Weo. Adam şövalyeye pek benzemiyordu, güneş gözlüğü takmıştı, saçlar düzgün...kısaca adam düzgündü. Bakışları bile düzgündü, hiçbir duygu ya da tip vermiyordu.
Dimdik duruyordu karşısında. Weo bir an adamda hafif bir gülümseme sezdiğini sandı. "Kardeşim, bu Londraya nerden....."

"Mr. Wallace" dedi adam çat diye. O ilginç yüz ifadesi vardı, gülümsüyo mu belli değildi. Asıl ilginç olan adını biliyor olmasıydı "Mr. Wallace"... "Weo tercihimdir de" dedi gülerek "Tanıştığımızı sanmıyorum...heh...hımm...Robin sen misin lan"

"Mr. Wallace" dedi adam tekrar. Anlaşılan takmıştı. Weo ciddileşti. Bu işin sonu nereye varacaktı? Weo ya göre adama bir tekme atıp (onu) Londraya yollamak mantıksız değildi. Gerçi adamdaki acayip görünüş ...sanki...duruşundaki özgüven.....acayipti evet. "Kimsin kardeşim sen" dedi şaşkınlıkla.

ADAM BU SEFER GÜLÜMSEMİŞTİ, WEO BUNDAN EMİNDİ. KIVRILMIŞ DUDAKLARI YAVAŞÇA OYNADI "BEN, MR. WALLACE?". BİR ADIM ATTI. YİNE YAVAŞÇA "SMİTH, MR. WALLACE" DEDİ. "BANA SMİTH DE."